DAVRANIŞÇI YAKLAŞIM ve DEPRESYON
Davranışçı Yaklaşım ve Depresyon
       Davranışçı yaklaşıma göre depresyon, bireyin çevresindeki olumlu şartlanmaların azalıp, olumsuz şartlanmaların artmasıyla oluşur.
       Depresyonu davranışçı yönelimle inceleyen Skinner, çevrenin olumlu yönde pekiştirdiği davranışlar için pekiştirecin durdurulması dahilinde davranıştaki zayıflamayı depresyon olarak tanımlamıştır. Fester (1966)'da beklenmedik çevre değişiminin, ceza almanın ve pekiştirmedeki değişikliklerin depresyona neden olduğunu ileri sürmüştür. 
 
       Lewinsohn (1974) pekiştirme süreçlerinin depresyonun mekanizması olduğunu açıklamıştır. Lewinsohn'a göre; 
1) Olumlu pekiştirmenin tepkiye yönelik olması
2) Pekiştirmenin düşük oranlı olması
3) Depresyona yüksek oranda cezalandırıcı yaşantılar neden olmaktadır.
     
       Seligman ve arkadaşları öğrenilmiş çaresizlik modelini formüle etmişlerdir. Bu model öğrenme, klinik ve sosyal psikoloji alanlarındaki gelişme ve çalışmalardan etkilenmiştir. Öğrenilmiş çaresizlik modeline göre depresyon, bireylerin geçmişlerinde olumsuz uyarıcıları kontrol edemeyeceklerini öğrenmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle, kişi kendi davranışları ve sonuçları arasında bir bağlantı kuramaz ve bu da depresyona neden olmaktadır. Seligman' ın öğrenilmiş çaresizlik modelinde, davranışsal elementler üzerinde itaat süreci içinde odaklanılmıştır. Öğrenilmiş çaresizlik modeline göre uzun süre acı veren uyaranlar etkisinde kalan birey bunlardan kurtulmayı bilemeyip, çaresiz bir durum yaşar. Bu çaresizlik durumu ise depresyona neden olacaktır. 
 
BİLİŞSEL YAKLAŞIM ve DEPRESYON
Bilişsel Yaklaşım ve Depresyon
       Bilişsel yaklaşım depresyonun nedenlerinin dışarıdan geldiğini savunmaz. Beck (1967), depresyonun duygulanımdan çok bir düşünce bozukluğu olduğunu belirtmiştir. Depresyon oluşumunda temel olgu olarak değersiz benlik, anlamsız dünya ve umutsuz gelecek görülmektedir. Beck'e göre depresyonun kökenini olumsuz, bozulmuş düşünüş tarzları, fikirler ve semboller oluşturur. 
  
       Beck'in geliştirdiği "depresyonda bilişsel bozukluklar modeli"ne göre, bilişlerin anksiyete ve depresyon gibi duygulanım bozukluklarının başlıca nedeni olduğunu ileri sürmüştür. Biliş, insanın bilişsel düzeyinde ve zihninde yer alan davranış kalıpları olarak tanımlanmaktadır. Bireyin duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını bu kalıplar şekillendirir. Bilişler bireyin belli bir durum karşısında sözel ve imgesel olarak düşündükleridir. 
     
       Beck (1967), depresyona meyilli olan kişilerin, bilişsel düzeylerinde, zihinlerinde çarpıtılmış gerçek olmayan davranış kalıpları ve bilişlerin bulunduğu ve bunların duygudurumunu bozup depresyona yol açtığını söylemektedir. Bu bilişsel hatalar normal bireylerde de görülmektedir. Fakat depresif bireylerde bu bilişler normal bireylere göre daha abartılmış olarak görülür. 
     
       Beck bilişsel yapıları üçe ayırarak incelemiştir. Bunlar: 
A. Bilişsel üçlü  
B. Bilişsel şemalar  
C. Bilişsel hatalar 
 
A. Bilişsel Üçlü:
 
       Bireyin kendisi, dünya ve geleceğe karşı olumsuz olan tutumlarına "olumsuz bilişsel üçlü" denilmektedir. Bunlar:
1- Kişinin Kendine Yönelik Olumsuz Düşünceleri: Kişi kendisini yetersiz, kusurlu ve değersiz olarak görür. Hoş olmayan bir yaşantıyla karşılaştığında bu durumu kendisine yöneltme eğilimindedir. Kendinin eksik olduğunu düşündüğünden değersiz görür ve kendi benliğini reddeder.
2- Kişinin Çevresine ve Genel Olarak Yaşamına Yönelik Olumsuz Düşünceleri: Kişi dünyanın yaşamdaki isteklerine ulaşmasında önünene aşılması güç engeller koyduğunu ve ondan aşırı isteklerde bulunduğunu düşünür. Kişi çevresiyle olan etkileşimlerde kendini başarısız, küçük düşmüş ve yenilmiş olarak yanlış bir şekilde yorumlar. 
3- Kişinin Geleceğine Yönelik Olumsuz Düşünceleri: Kişi geleceğini düşündüğünde şuan da yaşadığı güçlüklerin gelecekte de devam edeceğini; gelecekte hayal kırıklıkları ile karşılaşacağını düşünür.
 
B. Bilişsel şemalar:
     
       Şemalar bireyin daha önceki yaşantılarının ve öğrenmelerinin bir sonucudur. Bireyin karşılaştığı uyaranları ayırt etme ve kodlama yöntemiyle şekillendirerek bilişleri oluşturan zihinsel etkinlikler örüntüsüdür. Şema biliş veya düşünce süreçlerini yönlendirerek oldukça yerleşik bir yapıdır. Kişi bu belli şemalar çerçevesinde dışarıdan gelen uyaranlara cevap verir. Bu yolla çevreden gelen uyaranları ayırt eder ve çevresiyle uyumlu bir ilişki sağlar. Depresif birey olumsuz şemaları çok fazla kullanması nedeniyle çevresiyle bir uzlaşma sağlayamaz. Depresyonun ilerlemesi ile bilişsel çarpıtmalar da artmaya başlar. Kişi dışarıdan gelen uyaranları oldukjlarından daha farklı algılamaya başlar ve kendisiyle ilgili olumsuz şekilde düşünmeye ve davranışlarını da bu şekilde yönlendirmeye başlar. 
Bilişsel şemaların özellikleri şunlardır:
1- Akıl yürütme süreci daha başlamadan otomatik olarak devreye girerler. 
2- İstem dışı gelişirler.
3- Çarpıtılmış inançlar ve düşünceler depresif kişiye mantıklı şeyler olarak görünür. 
4- Devamlı, ısrarlı ve kalıcı niteliklidirler. 
     
       Kişide bu bilişsel şemalar ne kadar fazla aktifse, bireyin karşılaştığı durum, uyaran ve koşullar tarafından bu şemaların uyandırılmaları da o kadar artmaktadır. Bilişsel çarpıtma ise, kişinin uyaranları olumsuz algılama, yorumlama ve düşünme biçimidir. Bilişsel çarpıtmaların başlıca temaları:
 
1- Kendine olan saygıda azalma
2- Yoksunluk Düşünceleri
3- Kendini sürekli eleştirme
4- Kendini sürekli suçlama
5- İntihar düşüncelerinin olması.
 
C. Bilişsel hatalar (Cognitive Errors): 
     
       Kişinin düşüncesindeki sistematik mantık hataları bilişsel hatalardır. Olumsuz düşüncelerine karşıt kanıtlar olmasına rağmen kendi olumsuz kavramlarının geçerli olduğuna dair inançlarını sürdürürler. Bunlar:
1- Keyfi Çıkarsama: Bir olay ya da hayatında, elinde somut bir kanıtı olmadan kişinin olaylardan olumsuz ve kötü sonuçlar çıkarmasıdır. 
2- Seçici Soyutlama: Genelin içinde sadece önemsiz sayılabilecek bir ayrıntıya dikkat ederek, yaşantısını bu ölçüte göre değerlendirmektir. 
3- Aşırı Genelleme: Sadece bir nedene veya olaya dayanarak kişinin kendi yetersizliği ve değeri konusunda bir sonuca varması ve bu sonucu birçok başka duruma genellemesidir. 
4- Küçümseme ya da Abartma : Kişi olumlu bir durumu küçümserken, küçük bir başarısızlığı da abartır. 
5- Kişileştirme: Kişinin kendi dışındaki olaylar ile kendisi arasında ilişki kurmasıdır. 
6- İkili Düşünme: Kişinin bütün hayatını olumlu ve olumsuz kategorilerden birine yerleştirme eğilimidir.
     
       Beck depresyondaki ana temanın maddi ya da manevi kayıp olduğundan bahsetmiştir. Hasta bu kaybı kendine yönelterek, onu kaybetmesinin kendisinin eksik ve kusurlu olmasına yorumlar. Kayıptan ötürü acı çekmekle kalmaz, bunun yanında kendinde bir eksiklik keşfeder. Zamanla bu düşünce tüm benliğini kaplar. Çok basit olumsuz bir olayı bile bu bozukluğun kanıtı olarak yorumlar ve her deneyimi bu bozukluk çerçevesinde değerlendirir. Hasta bu noktada kendine dönerek kendini suçlar. Kendini suçlama başka birini reddeder gibi kendini reddetmeyi getirir.
     
      
       Bu kurama göre depresyondaki kişi yetersiz, değersiz hisseder, başkalarının kendisini beğenmediğini düşünür ve olumsuz olaylardan kendisini sorumlu tutar. Dünyanın aşılamayacak güçlüklerle dolu olduğunu düşünüp, çevresi ile olan ilişkilerini olumsuz algılar. 
     
       Bilişsel yaklaşıma göre, olumsuz düşüncelerin yaygınlığı depresif kişiliğin en önemli ayırtedici özelliğidir. Depresif bir kişi, geleceğin umutsuz olduğunu ve dünyanın kötü bir yer olduğunu düşünür. Hayata karşı aldığı olumsuz tavırların yanında kendine karşı da olumsuz tavır alır (mesela; kendini suçlu, değersiz ve önemsiz hisseder). Böylece depresyon kişide düşük benlik saygısına sebep olmaktadır.
 
Embriyonun da PSİKOLOJİSİ VAR
Embriyonun da PSİKOLOJİSİ VAR
 
     Çocuğunuz doğduğu ilk andan itibaren anlam veremediğiniz bir çekingenliğe mi sahip? Ya da küçük bir ses onu ürkütmeye yetiyor mu? Çok hırçın veya utangaç mı? Birbiri ardına sıraladığınız bu duygu halleri, aslında her ufaklık için farklılık gösteriyor. Mesela bazı çocuklar oldukça neşeli, insanlarla iletişimi güçlü, özgüveni yüksek, korkusuz, kendini ifade etmekten çekinmeyen, hayat dolu, sevmekten ve sevilmekten hoşlanan bir kişilik sergileyebiliyor. İnsan hayatının göz ardı edilemeyecek bir yanını temsil eden söz konusu özelliklerin oluşumunda ne etkili peki? Burçlar mı, genler mi? Genetik özelliklerin insanın fıtratının şekillenmesinde illaki göz ardı edilemeyecek bir tesiri vardır. Ama bir insanın bebeklikten itibaren gösterdiği kişilik özelliklerinin temeli, anne karnında atılıyor. Buna da “embriyo psikolojisi” adını veriyoruz.
     Anne babadan alınan genlerle çocuk, ebeveynin karakter yahut fiziksel özelliklerini yansıtabiliyor. Örneğin anne neşeli ve cana yakın biriyse, çocuk da annesi gibi neşeli ve cana yakın olabiliyor. Ya da babası gibi inatçı... Fakat bir çocuğun kimliğinin inşasında genetik karakterin yanı sıra 'psikolojik karakter' in de yansımaları vardır. Embriyonun anne karnında tutunduğu andan itibaren psikolojik faktörler de tıpkı genetik faktörler gibi çocuğun gelişiminde kendini gösteriyor. Bu durumda şu soru ortaya çıkıyor: Fasulye tanesini andıran embriyonun psikolojisini ne oluşturuyor? Cevabı anne olan her kadın verebilir aslında.
     Embriyo 9 ay boyunca anne karnında kalıyor ve anneden besleniyor. Anne sağlığına dikkat ederse o da sağlıklı oluyor. Dolayısıyla anne yorulduğunda o da yoruluyor. Hatta hareketleri hissedilir olduğu aylarda, annesinin yorulmasından rahatsızlığını tekmeleriyle belli edebiliyor. Dolayısıyla sorduğumuz soru kendi yanıtını yanında getiriyor. Dünyaya gelmeye hazırlanan bebeğin psikolojisini de, diğer her şey gibi annenin psikolojisi etkiliyor. Yani embriyo psikolojisi, embriyonun anne vasıtasıyla yaşadığı ruh halidir.
     Yani, gebe kadının yaşadığı her acıyı, sevinci, duygusal değişimi bebek de aynı anda yaşıyor. Ama bebek yaşadıklarını anne kanında bırakıp dünyaya gelmiyor. O küçük fasulye tanesi, doğduktan sonra 9 aylık süreçte hissettiği ruhsal hale göre bir karakter geliştiriyor. Örneğin, anne korku nöbetleriyle hamileliğini geçirmişse  çocuk da söz konusu korku nöbetlerinin izlerini ömür boyunca taşıyor. Anne, mutlu, huzurlu bir hamilelik süreci yaşadıysa buna mukabil mutlu sevebilen bir çocuk doğuyor. 
 
Embriyo istenmediğini de biliyor!
 
Embriyonun psikolojisini meydana getiren nedenlerden biri de istenmeyen gebelikler. Anneliğe hazır olmayan, istek dışı hamile kalan, ya da iki-üç çocuktan sonra bir daha doğum istemeyen kadınlar gebe kaldıklarında o gebeliği sonlandırmak istiyor. Ya da kabullenemiyor. Dolayısıyla o hamileliği mecburen geçiriyorlar. İşte böyle olduğunda embriyo durumdan etkileniyor ve kendini ezik hissediyor. Bu ruh hali, doğduktan sonra da devam ediyor. Üstüne üstlük hayatı boyunca karakterinin en belirgin özelliği haline dönüşebiliyor.
 
 
  
 
EVLİLİK ve İLK BÜTÜNLÜK
 
     Dünyaya geldiğimiz zaman neye benzediğimize bir göz atalım. Çünkü bu “ilk bütünlük” durumu sizi evliliğe götüren saklı beklentilere ilişkin önemli bir ipucuna sahiptir.
 
     DOĞUMDAN ÖNCEKİ hayatın sırlarını bize açıklama yeteneğiyle doğan mucize bebekler yoksa da bizler, ceninin fiziksel yaşamına dair bazı bilgilere sahibiz. Örneğin, ceninin biyolojik ihtiyaçlarının, annesiyle arasında gerçekleşen sıvı alış verişiyle otomatik olarak karşılandığını biliyoruz. Bir ceninin nefes almaya, yemek yemeye, kendisini tehlikelerden korumaya ihtiyaç duymadığını ve annesinin ritmik kalp atışının onu daima yatıştırdığını da biliyoruz. Yeni doğanların gözlemlenmesinden çıkardığımıza göre, ceninin sakin bir yaşam biçimi olduğunu söyleyebiliriz. O, sınırların farkında olmadığı gibi kendilik duygusu da yoktur ve annesinin içindeki bir kesenin içinde yaşadığını da bilmez. Çok yaygın bir inanışa göre ise bebek, ana rahmindeyken bütünlük duygusunu ve arzudan bağımsız Aden'i (cennet bahçesini) yaşar. 
     Bu cennet gibi yaşam, annenin güçlü kasılmaları yüzünden bebeğin rahimden dışarı atılmasıyla beklenmedik bir biçimde sonlansa da ilk birkaç ayda gerçekleşen ve “otistik dönem” denilen gelişimsel süreç boyunca bebek, kendi varlığıyla dış dünyayı ayıramamaya devam eder. 
     Yetişkinler olarak bu ilk bütünlük haline, rüyalar misali bu güç anımsanan duyguya dair zayıf bir hafızaya sahip gibi görünüyoruz. Dünyayla daha bütünleşik, ona daha bağlı olduğumuz uzak geçmişi hatırlar gibiyiz. Bu duygu, sanki sözcükler onu daha gerçek kılabilecekmiş gibi bütün kültürlerin efsanelerinde defalarca tanımlanmıştır. 
     Peki bunun evlilikle ne ilgisi var? Bazı nedenlerden dolayı bizler evlilik yaparken, eşimizin mucizeler yaratarak bu bütünlük duygusunu geri getireceği beklentisi içine gireriz. Eşimizin geçmiş zaman ülkesinin anahtarını elinde tuttuğunu ve bizim yapmamız gereken tek şeyin onu, kilidi açmaya ikna etmek olduğunu sanırız. Eşimizin bu konuda başarısız olması ise nihai mutsuzluğumuzun başlıca nedenlerinden biridir.
 
GÖRÜNMEZ BOŞANMA
GÖRÜNMEZ BOŞANMA
 
     GÜÇ SAVAŞINA ODAKLANAN ÇİFTLER, az çok aynı aşamaları yaşarlar. Gerçek yakınlaşmayı neredeyse imkansızlaştıracak bir şekilde hayatlarını düzenlerler. Bu genellikle ustaca yapılmış bir çalışmadır. “Eşiniz sizden uzak durmak için neler yapıyor?” sorusunu sorduğumuz zaman üç yüz değişik cevaptan oluşan bir liste hazırlayabiliriz. Örneğin birkaç cevap şöyle olabilir: “Sürekli kitap okuyor”, “Telefonun veya bilgisayarın başına çörekleniyor”, “Çcocuklara gereğinden fazla zaman ayırıyor”, “Annesine gidiyor”, “Aldatuyor”, “Göz temasından kaçınıyor”, “Kanepede uyuyakalıyor”, “Akşam yemeğine geç kalıyor”, “Sevişirken hayal kuruyor”, “Sürekli hasta ve yorgun”, “Ona dokunulmasını istemiyor”, “Çok fazla içki içiyor”, “Yalan söylüyor”, “Sevişmek istemiyor”, “Günde 10 km koşuyor”, “Alış verişe gidiyor”, “Konuşmayı reddediyor”, “Sürekli ev işleriyle uğraşıyor”, “Evlenmeyi reddediyor” ve “Meyhaneye gidiyor”.
 
     Bu kadar çok çiftin, böyle davranışlarla ilişkilerini zedelemeleri, akıllara cevaplanması gereken net bir soru getiriyor: Bu kadar çok erkek ve kadın neden bu kadar çok zamanı yakınlaşmaktan kaçınarak geçiriyor? Bu soruya verilecek iki uygun cevap var: ÖFKE ve KORKU. Neden öfke? İlişkinin romantik dönemlerinde insanlar göreceli olarak daha kolay yakınlaşabiliyorlar, çünkü arzularını doyurma beklentisi içinde oluyorlar. Eşlerini anneleri, babaları, doktorlarıve terapistleri gibi görüyor ve tümünün bir bedende buluştuğunu düşünüyorlar. Aylar ya da yıllar geçtikten sonra, eşlerinin onların değil kendi kurtuluşlarının derdinde olduğunu anladıktan sonra ise, kendilerini öfkeli ve ihanete uğramış hissediyorlar. Sözsüz anlaşma bozulmuş oluyor. Misilleme yapmak için aralarına ruhsal bir set örerek, aslında “Duygusal gereksinimlerimi karşılamadığın için sana kızgınım “ diyorlar. Daha sonra da zevk ve doyumu ilişki dışında aramaya başlıyorlar. 
 
     Çiftlerin yakınlaşmaktan kaçınmalarının diğer bir sebebi ise korkuydu. Özellikle acı çekme korkusu. Bilinçdışı düzeyin bir noktasında birçok insan eşine düşmanıymış gibi tepki veriyor. Bilinçdışı önce arzularınızı doyuracak biri olarak algılanıp, daha sonra bu doyumu sağlamaktan kaçınıyor gibi görünen herhangi bir birey (bu ebeveyniniz de olabilir, eşiniz de, kapı komşunuz da), derhal acı kaynağı olarak değerlendirilirve ölüm hayaletine can verdiği düşünülür. Eşiniz size iyi bakmıyor, temel ihtiyaçlarınıza karşılık vermiyorsa, bir parçanız içten içe ölmekten korkar ve bunu şağlayacak kişinin eşiniz olduğuna inanır. Temel ilgi eksikliği, sözlü saldırılar, bazen de fiziksel istismarla birleştiğinde eş daha da güçlü bir düşmana dönüşür. Buna göre, bazı insanların eşlerinden kaçmalarının bilinçdışı nedeni, daha yeşil çimler aramak değil, ölümden kaçmaktır. Bu aşamaya uygun resim, yemek arayan ineğe dair bir kır manzarası değil, dehşet içinde aslandan kaçan bir kuzu tablosudur. 
 
     Birçok vakada eşin bu korkusu bilinçdışıdır. Birbirlerine dair hafif bir kaygı hisseder, başkalarıyla vakit geçirmeyi ya da başka faaliyetler içinde olmayı tercih ederler. Bu korkunun ara sıra yüzeye yakın durduğu da olur. Bazı danışanlar, kocasının yanında kendisini güvende hissettiği tek yerin terapi odası olduğunu söylerler. Aslında kocaları onlara asla fiziksel zarar vermemiş olsa da, ilişkileri o kadar çatışma yüklü ki, hayatlarının tehlikede olduğunu sanıyorlar.
       
 
BAĞIMLI İNSAN
Bağımlılık eğilimi her insanda vardır ve bu, onun toplumsallaşmış olmasının doğal bir sonucudur. Bir insanın kendi kendine yeterliği ve başkalarına bağımlılığı arasında belirli bir denge olması gerekir. Eğer bu denge bağımlılık yönüne fazlaca kayarsa ortaya bazı sorunlar çıkar. Bir insan diğer bir insana aşırı oranda bağımlıysa bu onun kendi varoluş sorumluluğunu üstlenmekten kaçındığını gösterir. Böyle biri diğer bir insana muhtaç olduğu oranda ona yönelik düşmanca duygular da taşır. Çünkü varoluşunun sorumluluğunu ve kaderini bir başka insana teslim etmiştir. Bu, kendi sorumluluğunu üstlenmiş iki insanın birbirine bağlılığında farklı bir durumdur. 
      Aşırı bağımlı kişi, kendisine yakın insanlara karşı taşıdığı düşmanca duyguların çoğu kez bilincinde değildir. Üstelik bu kişileri sevdiğine de inanır, ama aslında sevmeden sevilmek istemektedir. Bu nedenle onlara kendisini sevdirmek için çaba gösterir ya da kendi kişiliğini ortadan silerek sürekli onların beklentisi doğrultusunda davranır. Kendisi ve çevresimdekileri "iyi" bir insan olduğuna inandırmaya çalışır; kendi istekleini ortaya koyamadığı gibi, kendi çıkarlarına uygun düşmeyen durumlara da karşı çıkamaz; sürekli çevresindeki insanların görüşlerini paylaşır ya da kendinden söz etmeksizin onları dinler; kimseye yük olmamaya çalıştığı halde kendisinden beklensin ya da beklenmesin, insanların yardımına koşar. Çevresi ondan genellikle "iyi insan" diye söz ederse de, bu özelliği dışındaki kişiliğini tanımlayabilmekte güçlük çeker. Çoğu geçmişin uslu çocukları olan bu kişiler, çevrelerine sevgi karşılığı rüşvet dağıtırken, kendi kişiliklerinden vazgeçmiş olmanın yarattığı düşmanlık duygularını da sürekli baskı altında tutmak zorunda kalır ve kendilerine yabancılaşırlar. Çünkü iyi insan, çevresine olduğu kadar kendisine karşı da iyi olan kişidir. 
Sosyal fobi EMDR ile nasıl tedavi edilir?
Sosyal Fobi EMDR ile nasıl tedavi edilir?
 
SOSYAL FOBİ
 
Sosyal fobi kişinin başkalarınca değerlendirileceği birden çok durumdan sürekli korkma; aşağılanacağı, utanç duyacağı ya da gülünç duruma düşecek biçimde davranacağından korkma durumu olarak tanımlanmıştır. Sosyal fobisi olan insanlar sosyal ortamlarda veya performans gerektiren durumlarda olumsuz değerlendirilip aşağılanacağı konusunda aşırı bir korku duyarlar. Bu korku duyulan ortamlarda aşırı düzeyde kendilerinin farkında olma ve kendilerini eleştirme eğilimleri olan bu kişilerde kızarma, çarpıntı, terleme ve titreme gibi fiziksel belirtiler meydana gelir.
Sosyal fobisi olan kişi  bir topluluk içinde kendisini son derece güvensiz hisseder.
Sosyal fobisi olan kişi birden fazla insandan oluşan bir topluluk içinde kendisini fazlasıyla güvensiz hisseder, hata yapmaktan korkar, söyledikleri ya da söyleyemedikleri ile ilgili kendisini eleştirir ve suçlar, insanlar arasındayken nasıl oturduğu, durduğu, baktığı ile ilgili kendi beden dilini sürekli kontrol eder, diğerlerine kötü bir izlenim vereceğinden kaygılanır, sürekli kendini izler bir konumdadır.
 
Sosyal fobiye yol açan travmatik yaşantılar
 
Sosyal fobiye yol açan başlıca bazı travmatik yaşantılar olduğunu görürüz. Büyükler tarafından ayıplanmak, utandırılmak, eleştirilmek yarattıkları psikolojik travma nedeni ile ileriki yaşlarda sosyal fobi oluşmasında etkili rol oynarlar. Çocukluk ve ergenlik dönemi boyunca ebeveynlerin ve diğer büyüklerin yeterince iletişim kurmadığı ve etkileşime girmediği kişilerde de özgüven düşer ve sosyal fobi gelişme ihtimali yükselir. Çocukluk döneminde diğer çocuklar tarafından dışlanmaya, küçük düşürülmeye, fiziksel ve duygusal tacize, alay edilmeye maruz kalan kişilerde de sosyal fobi ortaya çıkma olasılığı yüksektir.
 
Bazı kişilerde bu olumsuz etkileşim deneyimlerinden ziyade sosyal etkileşim pratiğinin yeterli olmaması da sosyal ortamlarda kaygı ve korku yaşanmasına neden olur; yani küçük düşürülme ya da aşağılanma gibi travmatik deneyimler olmasa da çeşitli nedenlerden dolayı (örneğin, ebeveynlerin ilgisizliği, ihmali, aşırı koruyucu olmaları, çocuğu sosyal etkileşime yeterince teşvik etmemeleri gibi) gerekli sosyal etkileşim pratiğini yapamamış, sosyal etkileşim becerisini kazanamamış ve içe dönük bir yapı geliştirmiş çocuklarda da ileride sosyal fobi gelişmesi ihtimali yüksek olur.
 
Sosyal Fobi’nin Tedavisinde EMDR Psikoterapisi
Özellikle çocukluk ve ergenlik dönemlerindekiler olmak üzere geçmiş dönemde yaşanmış olan küçük düşürülme, aşağılanma, hor görülme, alay edilme, dışlanma gibi travmatik ve stres veren deneyimler sonucu ortaya çıkan ve beynimizin limbik sistem bölgesinde biriken kaygı, korku ve utanma gibi duygular, korku duygusunun kontrolünden sorumlu amigdala organındaki aşırı aktivasyon ve kimyasal dengesizliğin nedeni ve sorumlusudur.
EMDR çalışmasında sosyal fobiye neden olan geçmiş olumsuz deneyimler tespit edilerek çalışılır. Yapılan EMDR çalışması ilerledikçe sosyal ortamlarda kişiye hakim olan kaygı, korku ve utanma gibi duyguların kademe kademe azalarak ortadan kalktığı görülmektedir.
 
 
 
 
 
 
 
Sayfa 2 / 3
2