EMDR NEDİR?
EMDR Nedir?
 
EMDR– (Eye Movement Desentization and Reprocessing – Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme) psikolojik sorunların ortadan kaldırılması için kullanılan en yeni ve en etkili psikoterapi yöntemidir. EMDR yöntemi konu ile ilgili otoritelerce etkin bir psikoterapi yöntemi olarak kabul edilmiştir ve gelişmiş ülkelerde on binlerce uygulayıcısı vardır.
 
EMDR ve Travma modeli
 
EMDR yöntemi “Travma Modeli”ni temel alır. Bu modele göre bütün psikolojik sorunların nedeni özellikle çocukluk ve ergenlik dönemi olmak üzere geçmiş dönemlerde yaşanan travmatik olayların ve maruz kalınan travmatik durumların oluşturduğu travmatik stres birikmesidir. Bu olumsuz duygu birikimi beynimizin ‘limbik sistem’ bölgesinde depolanır. EMDR yöntemindeki amaç depolanan bu stres fazlalığını eriterek ortadan kaldırmaktır. Bu eritme işlemi yapıldığında psikolojik sorun, adı ne olursa olsun (depresyon, kaygı bozukluğu, takıntı, panik atak, sosyal fobi, bağımlılıklar, psikolojik kökenli ağrılar, odaklanma sorunu, ilişki sorunları, cinsel sorunlar, özgüven eksikliği gibi), süratli bir şekilde iyileşir.
 
EMDR yönteminin işe yaraması farklı psikoterapi yöntemlerine de hakim olmayı gerektirir. EMDR yöntemini geliştiren kişi olan Shapiro’nun da vurguladığı gibi EMDR psikodinamik, bilişsel-davranışsal ve danışan merkezli yaklaşımlar gibi çok iyi bilinen farklı yaklaşımların öğelerini bir araya getiren bir yöntemdir.
 
EMDR psikoterapide bir devrim niteliğindedir.
 
EMDR, patolojinin, uygun olmayan bir şekilde yerleşmiş algılamalardan ortaya çıktığını var sayan bilgi işleme modeline dayanan, sekiz aşamalı bir yaklaşımdır. EMDR tedavisi, rahatsız edici olaylara, duygulara, düşüncelere ve beden duyumlarına ulaşılmasını ve bunların işlenerek atılmasını diğer psikoterapi yöntemleriyle karşılaştırıldığında kat kat daha hızlı ve kesin bir biçimde sağlar.
 
EMDR tecrübeli bir ‘klinik psikolog’ tarafından uygulandığı takdirde psikolojik sorunların ortadan kaldırılmasında gelinen teknolojide son noktadır ve psikoterapide bir devrim niteliğindedir.
EMDR’NİN FARKI NEDİR?
EMDR ile diğer psikoterapi yöntemleri arasındaki farklar nelerdir?
 
Öncelikle, EMDR tekniği ile çalışıldığında; diğer yöntemlere göre çok daha hızlı ve kesin çözüme ulaşılabiliyoruz. Çalışma yöntemi olarak işlenen olumsuz duygular, olumsuz düşünce kalıplarını değiştirmekle kalmıyor, kişi rasyonel düşünmeye de kendiliğinden kayıyor. Travma çalışılınca tüm semptomlar ortadan kalkıyor ve genellikle semptom üzerinde ayrı bir çalışma yapmaya gerek kalmıyor.
 
Biriken olumsuz duygular olumsuz düşünmeye ve olumsuz tutum sergilemelere yol açar. Bu kişilerde olumsuz hissetmeye bağlı olarak olumsuz düşünme hali artar. Fakat temel olan birikmiş olumsuz duygu yüküdür. Kognitif terapiler geçmişle ilgilenmez, dinamik terapilerde ise süreç yavaş ilerler. Yöntem olarak süreç bazen seneler alabilir. Halbuki dinamik ve kognitif terapilerle birlikte EMDR psikoterapisi uygulanıyor olsa çok daha hızlı ve köklü çözümlere ulaşılabilir. Çünkü EMDR, travmaları çalışarak psikolojik sorun ya da ilişki sorunlarının kendiliğinden ortadan kalkmasını sağlıyor. Bu teknolojiden yararlanmak çok önemli!
 
EMDR psikoterapisinde, nedensiz yere kişinin kendini kötü hissetme halleri, örneğin çeşitli sıkıntı halleri, obsesyon, takıntılar, depresyon, fobi, suçluluk gibi durumların üstünde ayrı ayrı durmaya gerek kalmıyor.
 
Semptom/ Çeşitli şekillerde kendini kötü hissetme halleri… Bu hallerin uzun süreler boyunca sürmesi, olumsuz düşünce kalıplarının yerleşmesine yol açıyor. Öfke, pasif agresif tutumlar, alkol, erteleme, acelecilik ve eğer nörolojik bir bozukluk yoksa çocuklarda görülen davranış bozukluklarının tümü bu duruma birkaç örnek olarak gösterilebilir.
 
EMDR psikoterapisi ile
 
Psikosomatik stres tipi ağrılar ve migren, uyuşmalar, karıncalanma, nedensiz kas ağrıları, belli bölgelerini yokmuş gibi hissetme, fiziksel nedeni olmayan ağrılar ve beden duyumlarının tedavisinde de sonuca ulaşılmaktadır. Önemli olan husus fizyolojik sıkıntıya yol açan fiziksel bir nedenin olmamasıdır. Psikolojik nedenli bu tür bedensel şikayetlere psikosomatik şikayetler diyoruz.
 
Yani özetle EMDR yöntemi ile hayata kolaylıkla “sil bastan” diyebiliriz.
EMDR Terapisi ile Hayatınıza “Sihirli Değnek” Dokundurun !
EMDR Terapisi ile Hayatınıza “Sihirli Değnek” Dokundurun !
 
EMDR Nedir? (Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme)
     Göz hareketleri ile duyarsızlaştırma ve yeniden işleme (EMDR: Eye Movement Desensitization and Reprocessing), son yıllarda oldukça ilgi çeken terapi yöntemlerinden bir tanesidir. Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) tedavisindeki etkinliğinin pek çok çalışma ile gösterilmiş olması, bu ilginin bir nedenidir. EMDR, travmatik anı parçalarının bütünleşmesini sağlayan ve bilgi işleme süreçlerini kolaylaştıran yenilikçi bir terapidir. EMDR son derece etkili ve hızlı sonuç veren bir psikoterapi yöntemidir. Danışanlara EMDR yöntemi uygulandığında; diğer yöntemlere göre daha hızlı ve kesin çözüme ulaşılmaktadır.
     EMDR, önemli psikoterapi yaklaşımlarını bir araya getirmiştir.Psikodinamik, bilişsel, davranışsal ve danışan merkezli yaklaşımlar gibi çok iyi bilinen farklı yaklaşımların öğelerini bir araya getiren bir yöntemdir. EMDR bilgi işleme modeline dayanır. Bilgi işleme modeli, yaşadığımız olayları hatırlasak da hatırlamasak da bu günümüzü etkiler. Bu görüşe göre, deneyimlerimiz bedenimizde ve zihnimizde etkiler bırakır. Deneyimlerimizin bu etkileri duyusal (görüntüler, sesler, kokular vs.),  duygusal (korku, heyecan, panik, endişe vs.) veya düşünsel (olaylarla ilgili düşüncelerimiz) gibi farklı şekillerde olabilmektedir. Bu olumsuz deneyimler bugünkü yaşantımız üzerinde etkilidirler. EMDR bu süreçte devreye girip, bizi etkileyen olumsuz yaşam deneyimlerimizi ve rahatsız hissetmemize neden olan duygu, düşünce ve beden duyumlarımızı ortaya çıkarıp, temizleyen etkili bir yöntemdir. EMDR ile her türlü geçmiş, çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemlerinde yaşanan travmalar çözüme ulaşabilmektedir.
     EMDR, travmalar üzerinde çalışarak psikolojik sorunların ya da ilişki sorunlarının kendiliğinden ortadan kalkmasını sağlamakta ve size yeni bir yaşam sunmaktadır. Amaç sadece danışanın duyduğu sıkıntıyı azaltmak değil, danışanın olumsuz olay ya da durumla ilgili negatif inancının yerine yeni bir pozitif inançla yer değiştirmesini sağlamaktır. EMDR terapisi için ruhsal arınma diyebiliriz.
 
EMDR Nasıl İşliyor?
     EMDR teorisinin altyapısını oluşturan Adaptif Bilgi İşleme Modeline göre beyin, fizyolojik temelli bir sistemle, her yeni deneyim aracılığı ile kendisine ulaşan bilgiyi işler ve işlevsel hale getirir. Duygu, düşünce, duyum, imge, ses, koku gibi bilgiler işlenip ilişkili anı ağlarına bağlanarak bütünleşir. Böylece o deneyimle ilgili öğrenme gerçekleşir. Edindiğimiz bilgiler gelecekte tepkilerimizi uygun bir şekilde yönlendirmek üzere depolanmış olur.
     Bu sistem normal çalıştığında ruh sağlığını ve insan gelişimini öğrenme yoluyla desteklediği için adaptif, uyumlu bir mekanizma olarak kabul edilir.
 
Travmatik veya çok fazla rahatsız eden olaylar yaşandığında bu sistem bozuluyor gibi gözükmektedir. Yeni bilgi işlenip mevcut anı ağına entegre olmaz. Deneyimi anlamlandırabilmek için anı ağlarındaki işlevsel bilgilerle bağlantı kurulamaz ve akıl sağlığına uygun sonuçlar çıkarılamaz. Sonuç olarak öğrenme gerçekleşmez. Duygular, düşünceler, imgeler, sesler, beden duyumları yaşandığı haliyle depolanır. Bu nedenle bugün yaşanan bazı durumlar bu izole kalmış anıları tetiklerse, kişi o anının bir kısmını ya da bütününü yeniden yaşar gibi etkilenir.
 
EMDR’ye göre rahatsızlıkların, olumsuz duygu, düşünce, davranış ve kişilik özelliklerinin arkasında uyum bozucu, işlev bozucu, işlenmeden ve izole bir şekilde depolanmış bu tür anılar yatar. Kişinin kendisi ile ilgili olumsuz inançları (örn: Ben aptalım), olumsuz duygusal tepkileri (başaramamaktan korkma) ve olumsuz somatik tepkileri (sınavdan önceki gece karın ağrısı) problemin kendisi değil, semptomları, bugünkü dışavurumlarıdır. Bu olumsuz inanç ve duygulara yol açan işlenmemiş anılar şimdiki zamandaki olaylar tarafından tetiklenmektedir.
 
Doğal afetler, büyük kazalar, kayıplar, savaş, taciz, tecavüz gibi önemli travmaların yanı sıra, başta çocukluk çağı olmak üzere her yaşta yaşanan ve etkisi travmatik olan her tür yaşantı; günlük hayatta aile, okul, iş çevresinde yaşanan olumsuz olaylar, şiddete maruz kalmalar, aşağılanmalar, reddedilmeler, ihmal ve başarısızlıklar işlenememiş anılar arasında yer alabilirler.
 
EMDR, bu tür izole anıların işlenmesini sağlayan fizyolojik temelli bir terapidir. Beynin zamanında yapamadığı işlemi yapmasını sağlar. Kilitli kalmış anı ile diğer anı ağları arasında ilişki kurulması, öğrenmenin sağlanarak bilginin adaptif bir şekilde depolanması mümkün olur. Danışan artık rahatsız olmaz ve anıyı yeni ve sağlıklı bir perspektiften görür.
 
EMDR terapisi ile sadece semptomlar ortadan kalkmaz. Yeni bakış açısının kazandırdığı pozitif inançlar ve olumlu duygular kişinin kendisine, ilişkilerine, dünyaya bakışını da olumlu yönde değiştirip kişisel gelişim sağlar (EMDR Derneği).
 
EMDR Terapisi Nasıl Uygulanır?
 
EMDR terapisinde 8 aşamalı, üç yönlü (geçmiş, şimdi, gelecek) bir protokol uygulanır. Hedef, geçmişte yaşanan anıların yeniden işlenerek duyarsızlaşmanın sağlanması, bugünkü semptomların tedavisi, danışanın gelecekte karşılaşacağı benzer sorunlar karşısında, kazandığı olumlu inanç ve duyguların geliştirdiği yeni bakış açısının yönlendirdiği davranışları gösterebilmesidir.
 
EMDR Hangi Sorunların Çözümünde Etkilidir ?
     EMDR, her türlü travma ve bunların sonucunda ortaya ortaya çıkan semptomların (depresyon, panik atak, fobiler, takıntılar vs.) çözümünde etkili bir yöntemdir. Çocukluk ve ergenlik döneminde yaşadığımız birçok olumsuz olaylar, cinsel, duygusal ve fiziksel şiddet ve çocukluk ve ergenlik döneminde yaşanan ihmaller (anne babaların farkında olup olmadığı) ayrıca yetişkin insanların yaşadığı aldatılma, boşanma, taciz, duygusal ve fiziksel şiddet gibi travmatik olayların çözümünde de EMDR son derece etkilidir.
 
EMDR UYGULAMASI YAPILAN BAŞLICA ALANLAR
 
EMDR UYGULAMASI YAPILAN BAŞLICA ALANLAR
 
DEPRESYON
 
KAYGI BOZUKLUKLARI
 
YAS
 
PANİK BOZUKLUK
 
FOBİLER
 
AYRILIK
 
AŞK ACISI!
 
OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK
 
AKUT STRES BOZUKLUĞU
 
SEBEBİ BELİRLENEMEYEN VE GEÇMEYEN AĞRILAR
 
MİGREN
 
CİNSEL SORUNLAR
 
CİNSEL İSTİSMAR
 
YEME BOZUKLUKLARI
 
-Anorexia Nevroza
 
-Bulumia Nevroza
 
-Obezite
 
UYKU BOZUKLUĞU
 
ALKOL BAĞIMLILIĞI
 
MADDE BAĞIMLILIĞI
 
KEKEMELİK
 
TİKLER
 
İLETİŞİM BOZUKLUĞU
 
KİŞİLİK BOZUKLUKLARI
 
SINAV KAYGISI
 
PERFORMANS KAYGISI
 
ÇOCUKLARDA TRAVMA BELİRTİLERİ
 
ÇOCUKLARDA ALT ISLATMA
 
KORKULAR
 
BEBEKLİK TRAVMALARI
 
OKUL FOBİSİ
 
Bir çok psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde EMDR Terapisi etkili olmaktadır.
 
EMDR Ne Kadar Sürer?
     EMDR terapi literatüründe 'kısa süreli terapiler' grubunda yer almaktadır. EMDR tedavisinin ne kadar süreceği problemin tipi, danışanın bugünkü yaşam koşulları, önceki travmaların sayısı ve etkisi ile bağlantılıdır. Her kişinin bilgileri kendi değerleri ve deneyimleri doğrultusunda kendine özgü bir biçimde işlemesi de süreyi etkilemektedir. 
 
EMDR'nin Etkinliği Kanıtlandı mı?
Sayıları 20'ye yakın kontrollü araştırma sonucunda EMDR’nin danışanların çoğunluğunun travma sonrası stres semptomlarını etkili bir biçimde azalttığı veya yok ettiği, genellikle psikolojik sorunları ile bağlantılı olan semptomlarda da (endişe gibi) azalma sağladığı görülmüştür. EMDR birçok uluslararası sağlık ve devlet kurumu tarafından da etkili bulunmaktadır.
 
Kaynak
- EMDR Derneği
 
 
 
DEPRESYON
DEPRESYON
çok yalnızım, mutsuzum
göründüğüm gibi değilim aslında
karanlıklarda kaybolmuşum
bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır
aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
kimse duymuyor çığlıklarımı
duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor
bense insanların bu ilgisizliği karşısında ilgiye
susamışım, ümidimi yitirmişim
biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim
arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim herşeye
veda edeceğim
                                              Nilgün Marmara
                                   Daktiloya Çekilmiş Şiirler
 
 
     Depresyon, Amerikan Psikyatri Birliğinin yayınladığı DSM-IV tanı kitabına göre, depresif duygudurum, ilgi kaybı, uyku bozukluğu, halsizlik-enerji kaybı, iştah-kilo değişikliği, psikomotor retardasyon-ajitasyon, değersizlik-kararsızlık-suçluluk hisleri, dikkat toplamada güçlük-unutkanlık, intihar ve ölüm düşünceleri şeklinde sıralanan 9 belirtiden en az bir tanesi ilk iki belirtiden (depresif duygudurum, ilgi kaybı) bir tanesi olmak şartıyla en az beş tanesinin iki hafta boyunca ve günün büyük kısmında devam etmesiyle tanımlanmaktadır .
       Dünya Sağlık örgütünün tanı rehberi ICD-10'da ise depresyon hafif, orta ve şiddetli depresyon olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Dolayısıyla hafif depresyon ölçütleri birey için kesinlikle anormal olacak derecede, çevre şartlarının etkilemediği, günün tamamına hakim olan ve en az iki hafta süresince devam eden çökkün duygudurum; normalde hoşa giden etkinliklere karşı ilgi kaybı; enerjide azalma veya kolay yorulma belirtilerinden en az ikisinin olması ve toplam belirti sayısını en az 4'e tamamlayacak şekilde özsaygı ve kendine güvenin azalması; aşırı derecede pişmanlık ve suçluluk duygularının olması; tekrar eden ölüm veya intihar düşünceleri ya da intihar girişimleri; düşünme kabiliyetinin ve dikkatinin azalması, kararsızlık ve bocalama durumu; psikomotor aktivitede değişim ve her tür uyku bozukluğu; iştahta değişim ve buna bağlı olarak kiloda artış veya azalışın olmasıdır. Eğer hastada toplam 6  ölçüt görülüyorsa orta derecede depresyon; eğer ilk üç belirtinin tamamıyla birlikte toplam 8 belirti varsa buna da şiddetli depresif nöbet denilmektedir.
       Depresyon sözcüğünün Latince kökü”depressus”dur; aşağı doğru bastırmak, çekmek, kederli, bitkin, gamlı, cesaretini kırmak, donuklaştırmak, durgunlaştırmak gibi birçok anlamlara gelmektedir. Depresyon karşılığı Türkçede çöküntü ya da çöküntülük olarak kullanılmaktadır
Depresyon ruhbiliminde dört farklı yerde kullanılır. Bunlar;
- Belirti,
- Sendrom,
- Hastalık,
- Duygu durumu değişikliğidir.
       Bir semptom olarak depresyon,  bir çok bedensel ve ruhsal hastalıklarda meydana çıkabilir. Depresyon, bazen belirli bir nedene bağlı olmadan, bazen de günlük engeller karşısında ortaya çıkabilen ruhsal bir durumdur.
       Sendrom olarak depresyonun temelinde keder duygusunun artmış olduğunu görmekteyiz. Bu durum bedensel, ruhsal ve toplumsal belirti ve yakınmaların tümünü içermektedir. 
       Depresyonun temeline bakıldığında elem duygusu görülmektedir. Kişi duygu durumu ve kendi yaşantısı arasında bir ilikşi kurar. Bu durumda yeni bir yaşantı oluşur. 
       Depresyon sözcüğü, üzüntü, hayal kırıklığı ve karamsarlık gibi duyguları belirtmektedir. Depresyon, doktorlar,psikiyatristler ve klinik psikologlara göre tedavi gerektiren bir durumdur. Depresyon konusunda yeterli eğitimi ve deneyimi olmayan insanlar bu konuda uzman olan insanlara göre durumun ciddiyetinin farkında olmayabilirler. Bu yüzden depresyondaki kişilere ya da depresyondaki kişilerin yakınlarına karşı anlayışlı davranmayıp, yeterince yardımcı olamayabilirler. 
a) Duygusal Boyut: Depresyondaki kişinin hem şuanda yaşadığı hayatında hem de gelecekle ilgili düşüncelerinde farklılıklar vardır. Ciddi bir boyutta depresyon yaşayan kişi kendisini işe yaramaz, vasıfsız ve başarısız olarak görebilir. Depresyonu yaşayan kişiler, en az iki hafta boyunca kendilerini sıkıntılı, karamsar ve kederli hissedebilirler. Tabiki, depresyon sırasında kişi kendini üzüntü ve kederli olmanın dışında daha farklı duygularda da hissedebilir. Örneğin, bazı insanlar eskiye göre, kendilerini daha öfkeli ve endişeli hissedebilirler. 
b) Düşünsel Boyut: Depresyondaki kişinin kendi dünyası ve geleceği hakkında düşüncelerinde de farklılıklar vardır. Depresyonu ciddi düzeyde yaşayan bir kişi, kendisini işe yaramaz, yetersiz ve başarısız olarak görebilir. Bu yüzden, depresyon yaşayan kişinin benlik saygısı ve kendine olan güveni olumsuz yönde etkilenebilir. Karar vermede zorlanmalar yaşar. Geçmişte yapmış olduğu hataları ve kusurları düşünüp, kendinin suçlu düşünebilir. Dünyayı acıların yaşandığı ve hayal kırıklıklarının olduğu bir yer gibi algılar. Tüm acıların ve kederlerin sonsuza kadar devam edeceğini düşündüğü için umutsuzluğa kapılır. Depresyondaki kişiler içinde bulunduğu durumu değiştiremeyeceğine veya değişmeyeceğine inandığı için çözüm olarak intiharı bile düşünebilir. 
       İntihar ihtimali depresif rahatsızlıklarda oldukça yüksek görülmektedir. Bu ihtimal bazen sadece ölüm düşüncesi olarak kalırken, bazen de ciddi anlamda intihar girişimleri görülebilir. Bütün intihar ve intihar girişimlerinin depresif bozukluklarla bir bağlantısı yoktur. Fakat depresyondali umutsuzluk ve çaresizlik duygularının yüksek olması nedeniyle, bu rahatsızlığı yaşayanlardaki risk depresyonda olmayanlardan 30 kat daha yüksektir. 
       Depresyon yaşayan kişinin düşüncelerinde yavaşlama, bulanıklaşma ve dikkatinde dağılmalar gibi değişimler yaşayabilir. Okumada hatta konuşmada bile zorlanmalar yaşayabilir. Bu nedenle bu sorunları yaşayan kişi herhangi bir işe girmede çok zorlanabilir. Hatta zihinsel bir problemi olduğunu bile düşünebilir. 
c) Fiziksel Boyut: Depresyon içinde olan bir kişi, uyku düzeninde ciddi anlamda değişimler yaşayabilir. Bazen sürekli uyku halinde olup, bazen de uykuya dalma ve uyuyamama gibi sorunlar yaşayabilirler. 
       Yazar'a göre depresif rahatsızlıklara ciddiyet açısından birbirinden farklılaştığı iki önemli boyut vardır. Birinci boyutta bu rahatsızlık bazen çok ciddi boyutlara ulaşabilir. Depresyonda olan kişi düşünce yönünden de gerçekle bağlantısını yitirebilir. Suçluluk ve rahatsızlık düşüncelerinin yanısıra katı düşünceler de oluşmaya başlar. Örneğin; dünyadaki bütün kötülüklerinin nedeni olarak kendini görebilir. Bu tarz düşüncelere yanılsama (delüzyon) denilmektedir. Bazen de bu düşüncelere normaldışı algılar (halüsinasyonlar) da eşlik edebilir. Örneğin; çevrede kimse olmadığı halde kişi kötülük görüp cezalandırılacağına dair sesler duyduğunu söyleyebilir. Depresyonu bu kadar yoğun yaşayan birinin, hareketlerinde yavaşlamalar görülür. Hareket edemez ve konuşamaz duruma gelebilir. Bazen de bu durumların tam tersi olabilir. Bu tarzda olan ciddi depresyonlar, “psikotik” olarak adlandırılır. Bu vakalar genellikle “nevrotik” olarak adlandırılan ve daha hafif düzeyde olan olan depresyon hastaları kadar yoğun değildir. Psikotik durumda olan hastaların tedavileri hastane ortamında yapılmalıdır.
      
 
DEPRESYONUN BELİRTİLERİ
DEPRESYONUN BELİRTİLERİ
       Depresyonun başlıca belirtileri, isteksizlik, ruhsal ve bedensel etkinliklerin genelinde bir yavaşlama, günlük yaşamda olağan girişimlere karşı yüreksizlik ve iş yapmada kendini güçsüz hissetme şeklinde özetlenebilir. Kişi kendisini, değersiz, yenilmiş, günahkar ve suçlu hisseder. İştahta azalma, sindirimde güçlük, kabızlık ve zayıflama görülür. Kişinin konuşması monotondur ve sorulan sorulara daha yavaş sesle ve kısa cevaplar verilir. Depresyonda olan kişi genellikle yalnız kalarak, geçmişteki hatalarını ve gelecekle ilgili umutsuzluğunu düşünmek ister. Depresyon yaşayan kişi sık sık intiharı düşünür, bazen intihar girişimlerinde de bulunur.
       
       Depresyonlarda ortak olan ve görülme sıklığı yüksek olan temelindeki bozukluk kederli duygu durumudur. Kederli duygu durumu, elem yönünden artış gösteren bir duygulanımdır. Yalnızlık, sıkıntı, kötümserlik, umutsuzluk, karamsarlık gibi duygulanım durumlarını kapsar ya da zihinsel işlevlerde azalma, duygu durumunda tedirginlik yapar. Bu doğrultuda hareketlerde azalma ve yavaşlama görülür. Dolayısıyla hastaların ruhsal etkinliklerinde yavaşlama ve azalma görülür. Hasta bu zamana kadar yapabildiği günlük işleri yapmakta bile zorluk yaşadığını söyler. Duygu durumundaki keder arttığından dolayı yaşamdan haz ve zevk alamaz. Hastaya günlük yaşam bile ağır gelmeye başlar. İnsanlarla olan ilişkileri onu zorlamaya başlar. Depresyonda olan kişinin sözcükleri kötümserlik, mutsuzluk, karamsarlık, umutsuzluk, sıkıntı ve yalnızlığı anlatır. Hastanın mimiklerinde keder ve kaygı vardır. Depresyonda görülen belirtiler bazı başlıklar altında gruplandırılabilir.
 
Bunlar:
a) İlgisizlik, Doyumsuzluk ve İsteksizlik: Duygu durumundaki keder hastanın kendisinden hoşnut olmamasına yol açar. Bu durum değersizlik, yeteneksizlik gibi şikayetlerle dile getirilir. Hasta daha önceden haz duyduğu kişilere, olaylara ve nesnelere karşı ilgisiz kalır. Hasta günlük yaşantısından doyum sağlayamaz. Bu doyumsuzluk durumu hastanın aile, sosyal ve iş ilişkilerine zarar verir. Bütün ilişkiler hastaya anlamsız gelir. Hasta sorumluluk ve çaba gerektiren durumlardan kaçmak ve uzaklaşmak ister. Duygu durumunun temelinde duygunluk, ilgisizlik ve isteksizlik vardır. Hasta bir taraftan ailesine, eşine, yakınlarına ve dostlarına eski ilgisinin olmadığından yakınır; diğer taraftan kendisinden hoşnut olmaması ve kendisine güvenmemesi sebebiyle onlara daha fazla bağımlı olur. Onların yardımı olmadan doğru düşünüp karar vermede zorlanır. Hafif depresyon yaşayan hastalarda bu durum yaşamla bağlantının ve ilginin azalması şeklinde dile getirilir. Orta derecede depresyon yaşayan hastalarda ise kayıtsızlık dikkati çekmektedir. Ağır derecede depresyon yaşayan hastalarda da durgunluk, ilgi ve istek azalması doyumsamazlığa dönüşebilir. 
 
b) Karamsarlık, Neşesizlik ve Kötümserlik: Neşesizlik depresyon hastalarında keder doğrultusunda artmış olan duygu durumunun önemli bir görüntüsüdür. Genelde depresyondaki hastalar içinde bulundukları durumları olduğundan daha ciddi bir biçimde değerlendirirler. Olaylara daha karamsar ve kötümser bakış açısıyla bakarlar. Keder doğrultusunda artmış olan duygu durumunda ağlama nöbetleri görülebilir. Hafif ve orta dereceli depresyon yaşayan hastalarda ağlama eğilimi artar. Daha önce ağlamaya yol açmayan durumlar, uyaranlar hastanın ağlama nöbetlerini başlatabilir. 
 
c) Unutkanlık, Dikkatsizlik ve Kendini Düşük Değerlendirme: Depresyon yaşayan hastalar genellikle “dikkatlerinin dağıldığından” ve dikkatlerini toplamakta zorluk yaşadıklarından şikayet ederler. Bununla birlikte depresyon yaşayan hastalar çoğu zaman, gördüklerini işittiklerini yapacakları işi hatırmakta da zorluk çektiklerini söylerler. Bellek ve dikkat bozuklukları düşüncenin dağılmasına yol açar. Mantıklı, gerçekçi, doğru karar verme imkansız hale gelir. Kararsız olma depresyondaki hastanın temel sorunlarından biri haline gelir. Kendilerini düşük değerlendirme depresyonda olan hastaların ruhsal, bedensel, toplumsal özelliklerini, yeteneklerini olduğu durumdan daha düşük ve daha olumsuz değerlendirme eğilimidir.
 
d) Kendini Suçlama ve Geleceğe İlişkin Olumsuz Beklentiler: Depresyon yaşayan hastaların şuanda yaşamış oldukları karamsarlıkları geleceğe yönelik olumsuz beklentilere yol açar. Hastalar, tüm yakınmalarının ve sorunlarının gelecekte de devam edeceğini hatta daha da kötüleşeceklerini düşünürler. Genel olarak depresyonda olan hastalarda intihar düşünceleri ve eğilimleri olumsuz beklentilerden kaynaklanır. 
 
e) Kuşku ve Kararsızlık: Depresyonda olan hastalar karar verme konusunda zorluk çekerler. Hafif derecede depresyonda olan hastalar, daha önce çok kolay karar verdikleri konularda bile uzun uzun düşünürler. Orta derecede depresyonda olan hastalarda ise bu karasızlık durumu bütün hayatlarını etkiler. Ciddi derecede depresyon yaşayan hastalar karar verme yeteneğini tamamen kaybettiklerine inanırlar. Bu hastalar herhangi bir durum karşısında bile karar vermeyi denemek istemezler.  
 
f) Azalan Güdülenme: Depresyonda olan hastalarda güdülenme azalmıştır. Bu azalma depresyonun ciddiyetine bağlı olarak toplumsal güdülerden bedensel ve fizyolojik güdülere doğru olur. 
 
g) Halüsinasyon ve İllüzyonlar: Depresyonlarda nesnel ortamın algılanmasında öznel algı ortamı önemli bir faktördür. Bu nedenle illüzyonlar ortaya çıkar. Hasta, duyu organları ile algıladığı her şeyi hatalı olarak algılar. Sesler hastayı çok çabuk ve kolay etkiler. Konuşmaları kötü yönde yorumlar. Gördükleri onu korkutur. 
 
h) Düşünce Bozuklukları ve Sanrılar: Depresyonlarda bellek ile ilgili birçok sorun ortaya çıkar. Bu nedenle birçok depresyonda olan hastaya bunama teşhisi konulmuştur. Düşüncenin akışında yavaşlamalar görülür. Sözcükleri hatırlamada ve kullanmada zorluklar yaşarlar. Bazen duraksamalar görülür. Depresyonda düşüncelerde bozukluklar görülebilir ve sanrılar da ortaya çıkabilir. 
 
       Depresif kişilerin ortak olan bazı sorunlarını şu şekilde sıralamışlardır.    
 
a) Düşük Benlik Saygısı: Depresyonda olan kişi hayatında ne kadar başarılı ve ön planda olursa olsun, çevresindeki diğer insanlar onda ne kadar olumlu özellikler görürse görsünler, o kendisinde herzaman aşağılayıcı ve küçümseyici bir şeyler bulur. Önemsediği bir çok yeteneğe sahip olamadığını, bu yetersizliğin sebebiyle yaşamdaki amacına ulaşamadığını, aşağılandığını, değersiz ve yetersiz olduğunu, toplum tarafından dışlanmış olduğunu düşünür. 
 
b) Suçluluk: Suçluluk duygusuna depresyonda çok sık rastlanır. Geçmişte yapmış oldukları hatalar üzerinde çok fazla dururlar. Yaptıkları bu küçük hataları affedilemeyecek kadar büyük günahlar gibi yorumlayıp, kötü insan olduklarını ve ceza çekmeleri gerektiğini düşünürler. İşler ters ve yanlış gittiği zaman bunun sorumlusu olarak kendilerini görürler. Diğer insanların mutsuzluğundan, doktorlarının zamanını almaktan yani her kötü şeyden kendilerini sorumlu tutarlar. Diğer taraftan, yaşamlarında olumlu olaylar olsa bile kendilerine Hiçbir pay çıkarmazlar. 
 
c) Umutsuzluk: Depresyonda olan insanlar, şimdiki zamanda kendisini kötü hissedip, o anda yaşadığı olayların olumsuz açısından bakmakla kalmaz, geçmişten de olayların hep üzüntü veren ve olumsuz taraflarını hatırlar. Şuanda yaşadığı durumun ömür boyu süreceğini düşünür. Durum böyle olunca da kendisi için hiçbir umut ışığı olmadığını hisseder; karamsar bir biçimde artık hayatın bir anlamı olmadığını düşünmeye başlar. Yaşadığı acıya dayanamayıp, bu acıyı durdurmak için intihar girişimlerinde bile bulunabilir. Depresyonun intihar istekleri ve girişimleriyle yakından ilişkili olan yönü umutsuzluk duygusudur. 
 
d) Kararsızlık: Depresyonda olan kişiler, daha açık düşünemedikleri, düşüncelerinin karmaşıklaştığı ve çok basit kararları bile veremedikleri için, beyinlerine bir şeyler olduğunu düşünürler. Kişilerin karar vermede bu kadar zorlanmaları, genellikle kendilerine olan güvenlerinin azalmasıyla ilişkilidir. 
 
DEPRESYONUN ALT TİPLERİ VE ÖZELLİKLERİ
DEPRESYON ALT TİPLERİ VE ÖZELLİKLERİ
   Kategorik varsayımı savunan araştırmacılar tarafından depresyon, endojen (melankolik)- endojen olmayan (melankolik olmayan) ayrımı olmak üzere çeşitli şekillerde alttiplere ayrılmıştır. Tarihsel süreç boyunca ortaya çıkan kimisi günümüzde de hala kullanılmakta olan başlıca depresyon alttipleri ve başlıca özellikleri aşağıdaki konu başlıklarında ele alınmıştır. 
Endojen (Melankolik) Depresyon
 
       Depresyonu alttiplerine ayırma çabaları içinde en çok adı geçen ve çağdaş sınıflandırma sistemlerine de girmiş olan ayrım depresyonun melankolik alttipidir. Melankoli terimi tarihsel geçmişi olması nedeniyle birçok faklı anlamlarda kullanılmaktadır. En yaygın kullanılan tanıma göre endojen (melankolik) depresyon stresten çok biyolojik etkenlerin ön planda olduğu, çevresel değişikliklere ya da psikoterapiye değil bedensel (somatik) tedavilere cevap veren bir depresyon türüdür. Genetik kökeni olup, biyokimyasal değişikliklerin de eşlik ettiği düşünülen bu depresyon alttipine endojen/melankolik tip dışında şiddetli, somatik, endojenomorfik gibi değişik adlar da verilmiştir.
 
Birincil- İkincil (Primer- Sekonder) Depresyon Ayrımı
 
       Bu ikili ayrım depresyona bağımsız olarak mı ortaya çıktığı ya da başka bir duruma ikincil olarak mı ortaya çıktığına göre sınıflandırır. Primer depresyon depresif semptomların daha önceden herhangi bir ruhsal rahatsızlık olmadan ortaya çıktığı durumdur. Sekonder (ikincil) depresyonda ise önceden duygulanımsal olmayan bir ruhsal veya bedensel hastalık geçmişi vardır.
Primer (birincil) depresyon herhangi bir afektif olmayan, herhangi bir ruhsal rahatsızlıkla bağlantısı olmayan depresyon tipi olarak tanımlanmıştır. Komplike depresyon terimi ise majör depresif atak sonrası affektif olmayan bir hastalık geçirdikten sonra tekrar majör depresif atak geçiren hastalardaki duruma verilen addır. Bu araştırmacılara göre, sekonder depresyonda yaygın olan tek depresif belirti  psikomotor retardasyondur. Sekonder depresyonda ise intihar girişimi daha fazla görülmektedir. 
 
Durumsal (Situational)-Reaktif Depresyon
 
       Reaktif (tepkisel) depresyon kavramı çoğu zaman durumsal depresyonla aynı anlamdadır. Ruhsal anlamı olan dışsal bir olayın yol açtığı depresyon anlamında kullanılmaktadır. Bazı araştırmacılar durumsal depresyon ile ilgili araştırmalar yapmışlardır ve bu tip depresyonda ayrı bir belirti kümesi olduğunu savunmuşlardır. Durumsal depresyonu olan hastalarda intihar davranışlarının, ek psikopatolojinin, alkol ve ilaç kötüye kullanımının daha sık ve depresif duygu durumunun daha yoğun olduğunu belirtmişlerdir. 
 
        DSM-IV'de durumsal depresyon ayrı bir tip olarak tanımlanmamaktadır ve bu rağmen bu sınıflama sisteminde yer alan deprese duygudurumla giden uyum bozukluğu kategorisi, durumsal depresyona fazlasıyla benzemektedir. Bu bozukluk, stres etkenine göre gelişen önde gelen görünümün depresif duygudurum, ağlamanın ve umutsuzluğun olduğu bir uyum bozukluğudur.
 
Nevrotik Depresyon
 
       Üzerinde birçok araştırmanın yapıldığı nevrotik depresyon, yapılan deneysel araştırmaların geçerliliğini desteklememesinden ötürü son yapılan sınıflandırma sistemlerinden çıkarılmıştır. Daha önce kullanılan tanı sistemlerinden DSM-II'de depresif nevroz adıyla yer almış ve bu tanı kategorisi çoğu zaman depresyonun psikotik olmayan biçimlerine verilen genel ad olarak kullanılmıştır. Bazı araştırmacılar tarafından da tepkisel depresyonla eş anlamlı olduğu kabul edilmiştir. Bazı araştırmacılar ise nevrotik depresyonun, kişilik sorunu olan veya devamlı olarak uyum bozucu kişilik örüntüsüne sahip olan bireylerde ortaya çıkan bir depresyon tipi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Günümüzde eskisi kadar geçerli olmasa da geçerliliğini savunan araştırmacılar vardır. Örneğin Tsuang ve Winokur'un 1992 yılında yaptıkları ve nevrotik depresyon kavramının geçerliliğini araştıran çalışmalarında nevrotik depresyonu olanların nevrotik depresyonu olmayanlara göre bazı açılardan ayrıldıklarını bulmuşlardır. Klinik gidiş ve sonlanım ve aile öyküsü açısından farklılıklar göstermişlerdir. Yapılan bu araştırmanın sonuçlarına göre  nevrotik depresyonu olan hastaların daha genç, ailelerinde alkolizm problemlerinin daha sık ve sıklıkla hazırlayıcı bir etkenin mevcut olduğu görülmüştür. Nevrotik depresyonu olan hastalarda delüzyon daha seyrek görülür ve melankoli ölçütlerini daha az karşılarlar. 
 
Depresif Kişilik (Karakterolojik Depresyon)
 
       Depresif kişilik kişinin kendiliğinin artık bir parçası haline gelmiş ve bu nedenle kişilik yapısından kopamayan, tekrarlayıcı düşük düzeyli kronik depresyonu anlatmaktadır. Bu patolojik depresif yapının bağımlı, çekingen, pasif agresif, histriyonik ve narsisistik görünümlerin bir karşımı olduğuna inanılır. Birçok otoriteye göre nevrotik depresyonların çekirdek patolojisi bu görünümlerdir. Fakat bu kişilik patolojisinin kökeninde ne olduğu tartışmalıdır. Bazı araştırmacılar çevresel etkenler kadar genetik etkenlerin de bu durumun kökeninde yer aldığını savunurlar. Bu kategori daha çok psikodinamik yönelimli yazarlar tarafından kullanılır ve bu kategori günümüzde distimik bozukluk kapsamı içinde değerlendirilmektedir. 
 
Psikotik Depresyon
 
       Psikotik depresyon majör depresyonla birlikte varsanı ve/veya sanrılar eşlik ediyorsa bu duruma verilen addır. Birlikte görülen sanrılar depresif duygudurumla uyumlu veya uyumsuz olabilir. 
 
        Psikotik depresyon, çoğunlukla psikotik olmayan depresyondan daha şiddetlidir. Bu bulgu nedeniyle bazı klinisyenler bunun majör depresyonun daha şiddetli bir biçimi olduğunu savunmaktadırlar. Fakat aradaki fark sadece şiddet değildir. Bazı çalışmalar her iki tipin belirti kümeleri açısından da farklı olduğunu göstermiştir. Psikotik depresyonda psikomotor bozukluklar ve suçluluk duyguları daha fazladır. Bazı araştırmacılar psikomotor değişikliğin yanısıra gün içi değişkenlik göstermeyen kalıcı depresif duygudurumun psikotik depresyona özgü olduğunu, psikotik depresyonu olan hastaların bir kısmının özellikle psikomotor değişiklik nedeniyle psikotik belirtilerinin gizlenerek yanlış tanı konulabileceğini belirtmektedirler.
 
Depresif Spektrum Hastalık
 
       Bazı depresif hastalarda farklı kalıtımsal yüklülük görülmesini esas alır. Buna göre unipolar depresif hastalık üç temel gruba ayrılmaktadır: depresif spektrum hastalık, sporadik depresif hastalık ve ailevi pür depresif hastalık. Aile öyküsünde sadece unipolar depresyon olanlar da ailevi pür depresif hastalık görülür, ailesinde alkolizm, antisosyal kişilik ve depresyonun bulunduğu bireylerde depresif spektrum hastalık görülür. Sporadik depresif hastalığ bulunan kişilerin ailelerinde herhangi psikiyatrik bir hastalık bulunmaz.
 
Atipik Depresyon
 
       Bu terim ilk kez West ve Daily tarafından kullanılmıştır. Bu terim tipik endojen depresyon belirtilerinin olmadığı, bunun tersine akşam kötüleşmesi, aşırı uyku ve fazla yemek yeme, fobik ve somatik anksiyete, çevresel olaylara karşı gereğinden fazla duygusal tepki gibi belirtilerin görüldüğü depresyon tipidir. Atipik depresyon melankoliye göre daha erken başlangıçlı olup, kronik gidişatı olduğu bildirilmektedir. 
 
       Atipik dpresyon tanısının geçerliliği ile ilgili tartışmalar  devam etmektedir. Bununla birlikte depresif atağın özelliğini belirleyen bir tanım olarak bu tanı kategorisi DSM-IV'e girmiştir. Atipik depresyon ölçütleri DSM-IV'de şu şekilde yer almaktadır: Duygudurumda tepkisellik(olumlu bir olay ile karşılaşınca duygudurumda düzelme); gözle görülür derecede kilo alımı ve iştahta artma; aşırı derecede uyku; leaden paralizi (kollarda ve bacaklarda ağırlık hissi); uzun süreli olarak kişilerarası ilişkilerde reddedilmeye duyarlılık.
 
Histeroid Disfori
 
       Histeroid disfori Klein tarafından ortaya atılan bir terimdir. Bazı yazarlar tarafından ise borderline kişilik bozukluğu ve histriyonik kişilik bozukluğu arasında yer alan bir durum olarak kabul edilmektedir. Histeroid disforinin özellikleri şunlardır: 1) romantik durumlara kendini fazla kaptırıp sonrasındaki hayal kırıklıklarında aşırı bir disfori (kızgın-depresif, hatta intihara uzanan tepkiler) yaşama; 2) kendi başına olduğunda hayattan zevk alamama buna karşılık başkaları tarafından bir şeyler yapıldığında zevk alabilme kapasitesinin olması; 3) çikolata ve tatlıya fazla düşkünlük. Bu maddeler feniletilamin içerip beyinde L-triptofanın artmasına neden olmaktadır. L-triptofannın vücutta bulunan endojen bir antidepresan olduğu düşünülmektedir.
 
Mevsimsel Depresyon
 
       Bu terim mevsimsel duygulanım bozukluğunun bir alttipi olarak kullanılmaktadır. Sonbahar ve kış aylarında depresif atağın ortaya çıktığı, birbirini izleyen ve en az iki yıl içinde yineleyen biçimde ve yaz aylarında depresyonun olmadığı durumları tanımlamaktadır. DSM-IV'de bu tanı kategorisi depresif atak belirleyicisi olarak yerini almaktadır
 
PSİKANALİTİK YAKLAŞIM ve DEPRESYON
Psikanalitik Yaklaşım ve Depresyon
     
       Psikanalitik kuramlarda depresif bozuklukların sevilen birinin, bir sevgi nesnesinin kaybı sonucu geliştiğinden söz edilmektedir.
     
       Sigmund Freud, kendi kuramsal çerçevesini oluşturduğu ilk zamanlarında depresyonun, bedensel bir kuramını geliştirmek üzere çalışmalar yapmıştır. Freud, 1890 yıllarında yazdığı metinlerinde depresyonu çok az ele almıştır. Depresyonun yetersiz cinsel uyarılma sonucu bir tepki olarak ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Psikanalitik literatürde depresyon üzerine ve işleyişine yönelik ilk katkılar Karl Abraham tarafından geliştirilmiştir. Abraham italyan ressam Giovanni Segantini'nin biyografisi ve resimleri üzerine çalışmalar yapmıştır ve yaptığı çalışmalar iyi-kötü anne tasvirleri üzerinedir. Anne- çocuk ilişkisinde anneye karşı duyulan düşmanca duyguların kişinin kendine yönelmesi ve suçluluk duygusu kavramlarını açıklamıştır. Abraham'ın 1912 yılında yayınlamış olduğu “Notes on the psycho-analytical investigation and treatment of manic-depressive insanity and allied conditions” makalesi depresyon üzerine yazılan ilk kuramsal psikanalitik metin olarak kabul edilmektedir. Abraham, altı hastasını psikanalitik tedavisinden sonra depresyona yönelik kendi kavramsal çerçevesini oluşturmuştur. 1927 yılındaki uazısında ise depresyonun formülünü “I cannot love people; I have to hate them” (Ben insanları sevemiyorum; onlardan nefret etmek zorundayım) şeklinde açıklamıştır. Abraham'a göre depresyondaki temel mekanizmanın yansıtma olduğunu ileri sürmüştür. Depresyon, hastaların sevme kapasitelerini felç eden nefret duygusundan kaynaklanmaktadır. Nefretin bastırılması sonucu suçluluk duygusu oluşmaktadır.
     
       Melankoli hakkında klasik psikanaliz metinlerinde göze çarpan yaklaşımın narsisizmle kurulan ilişki olduğu görülmektedir. Melankoliyi, klasik psikanaliz yönelimli araştırmacılar narsisistik yaralanmalar karşısında gösterdikleri tepki olarak açıklamaktadırlar. 
     
       1895 yılında Freud, Fliess'e bir mektup yazmıştır ve mektupta depresyon durumlarını da dahil ettiği melankoliyi salt nörolojik açıdan tanımlamaya yönelik girişimde bulunmuştur. 1897 tarihli bir metinde Öidipus karmaşasını ilk kez haber vermiştir. Bu metinde yas ve melankolinin farklı kavramlar olduğunu da belirtmiş ve daha sonra yazacağı eserin taslağını da oluşturmuştur ve şu satırları yazmıştır: “Anne babaya yönelik düşmanca itkiler (ölmelerini istemek) aynı zamanda nevrozların ayrılmaz bir parçasıdır. Bilinçli olarak takıntılı düşünceler şeklinde ortaya çıkarlar. Anne ve babaya yönelik sevecenliğin etkin olduğu dönemlerde-hastalıkları ya da ölümleri döneminde- bu nefret bastırılır. Böyle dönemlerde ölümleri yüzünden kendilerini suçlamak (melankoli olarak bilinen şey) ya da (cezalandırma düşüncesi aracılığıyla) histerik bir biçimde kendilerini onlarınkiyle aynı biçimde cezalandırılmak bir yas dışavurumudur. Görebileceğimiz gibi burada meydana gelen özdeşleşme bir düşünce biçiminden öte bir şey değildir ve bizi güdüyü arama gerekliliğinden kurtarmaz”. Freud bu yazısında melankoli ve yas arasındaki farkları basit ve yüzeysel bir şekilde dile getirmiştir. Bir taraftan da Freud yazdığı bu metinde de vicdan ve özdeşleşmenin rolüne değinmektedir. Melankoliye dair ilk görüşlerini oluşturduğu makaleyi 1915 yılında yazmıştır ve Freud bu makalede, melankoliyle libidinal gelişimin oral evresi arasında bir ilişki olduğunu ileri sürmüştür. Freud melankolinin sadece depresyon durumundan öte, daha karmaşık bir tablo olduğunu nörolojik yaklaşımdan ruhbilimsel yaklaşıma geçişle birlikte fark etmiştir. Freud Yas ve Melankoli adlı eserinde melankolide nesne seçiminin ne kadar narsisistik bir zemine sahip olduğunu, yas durumunda ise daha nevrotik bir zeminin bulunduğunu ve libidinal yatırımların yas ve melankolide ne kadar farklı olduğunu ortaya koymuştur. 
         Freud'a göre, yasta ve melankolide bir kayıptan söz edilmektedir. Sevilen birinin kaybı, bir idealin ya da bir nesnenin kaybından bahsedilebilir. Ancak yastan farklı olarak melankolide bu kayıp duygusunun yol açmış olduğu kendini önemsemede yaşanan bir bozukluk bulunmaktadır. Melankolinin en özgün yanı Freud'un bu tespitidir. Melankolinin göstermiş olduğu belirtileri “derin bir şekilde acı veren bir hüzün, dış dünyaya olan ilginin azalması ve kopması, sevme yeteneğinin kaybı, kendini suçlama ve sanrısal bir cezalandırılma beklentisiyle sonuçlanması” olarak tarif etmiştir. Freud'un ortaya koymuş olduğu mekanizma aslına bakılırsa melankoliğin kendisiyle ilgili aşağılama ve değersizleştirmenin tamamen nesneye yönelik olduğunu ortaya koymuştur.
     
       Abraham'a baktığımızda (1911), üzüntü ve depresyon arasında psikodinamik açıdan bir farklılık olduğunu ileri sürmüştür. Abraham depresyonu sevgi nesnesinin kaybından oluşan düşmanca duyguları ve saldırgan dürtüleri kişinin kendine yöneltmesinden kaynaklı olduğunu ifade etmiştir.
Abraham melankolinin oluşmasında beş etkeni şu şekilde sıralamıştır: Oral erotizme karşı aşırı yapısal yatkın olma, psikoseksüel gelişim döneminde oral dönemde saplantılı olma, çocukluk döneminde sevgiyle ilgili tekrarlayıcı düş kırıklıkları, ödipal arzuların çözümlenmesinden önce ilk büyük gelişimsel düş kırıklığının olması ve kişinin sonraki yaşamında da birincil düş kırıklığının tekrarlanması. Abraham'a göre güçlü üstbenliği nedeniyle saldırgan duygularını dışa vuramayan birey bu duyguları kendine yöneltir. Yani burada dürtüler; benlik, üstbenlik ve alt benlik olarak bilinen üç sistem arasında bir çatışma bulunmaktadır. Bu durumda benlik saygısı azalır ve kişi kendini suçlamaya başlar.
     
       Freud klasik psikanalizin en önemli temsilcisi olup görüşleri temelde Abraham'ın görüşleri ile aynıdır. Bununla birlikte Freud psikoseksüel gelişim döneminde özellikle de oral evreye ilişkin çözümlenmemiş çatışmaların olduğunu ve oidipus karmaşası çözümlenmesi öncesinde yaşanılan narsisistik yaralanmaların manik-depresif psikozu meydana getirdiğini ileri sürmüştür.
     
       Freud'a göre melankoli sevilen birinin sevgi ve haz objesi olarak yitiminden dolayı yaşanmaktadır. Kişi kaybedilen sevgi nesnesine karşı kızgınlık duyar, ancak bu kızgınlığı kişi sevgi nesnesine değil, kendi benliğine yöneltir. Bu depresif geri itim kızgınlık duygusuyla birlikte büyüyen suçluluk duygusuyla artmaktadır. 
     
       Analitik psikolojinin kurucusu olan Carl Jung, diğer psikanalistlerin de gördüğü gibi depresyonu libidonun bloke edilmesi şeklinde görmektedir. Libido bloke olduğu zaman bunun sonucunda kişide enerji ve eğlence kaybı olur. Ancak Jung bu görüşe yeni bir boyut daha kazandırır: Jung'a göre, kişinin geçmişteki olaylara bakış açıları tekrar bilinç yüzüne çıktığından dolayı depresyon kişinin geçmişini tekrar tekrar yaşamasını kolaylaştırır. 
    
        Horney'e göre, reddedici anne-baba tutumu depresyona neden olur. Bu tutumla büyüyen çocuk yalnızlık ve güvensizlik duygusuyla yetişir. Çocuğun sevilmeye ve temas iletisine ihtiyacı vardır ama çocuk reddeilmekten ve eleştirilmekten korkar, böylece depresyon olur.
     
       Melanie Klein sadece sevgi kaybı korkusu ile belirli olmadığını, nefret edilen nesneye karşı duyulan arzu ile de ilgili suçluluk duygusu ve bununla birlikte depresif pozisyon diye adlandırdığı bir ambivalans dönemi ile karşılaşmaktayız. Klein, bu durum çözülmediği taktirde sonradan oluşacak depresyona yatkınlaştırdığını belirtmiştir. Daha sonrada Klein yazılarında, başlangıçta, benliğe iyi nesne yerleştirmedeki yetersizlikten kaynaklı depresifin acı çekişinin ve bu nedenle yoğun kötülük hissinin kendiliğinin bir parçası olduğunu belirtmektedir. Klein, gelişim süreci içerisinde çocuğun depresif pozisyon denen bir ambivalans dönemi olduğunu ve depresyonun bu dönemle ilişkili olduğunu söylemiştir. Klein'e göre çocuk ikinci ve altıncı ayında kötü ve iyi nesne imgelerini tek nesne halinde bütünleştirdiği zaman, anneye yönelik yıkıcı düşlemlerinin onu yok etmiş olabileceğinden rahatsız olur. Klein, anneye yönelik ortaya çıkan bu kaygıyı, depresif anksiyete olarak adlandırmıştır ve bu durumu depresif pozisyonun izlediğini ileri sürmüştür. Bu dönemde çocuk sevgi nesnesini hem çok sevip kaybetmekten korkar, hem de nefret edip, bu nedenle de suçluluk duyar. Çocuğun bu dönemindeki temel yaşantı, başkalarından zarar görme korkusunun tersine, başkalarına zarar vermedir. Bu nedenle çocuğun temel duygulanımsal yaşantısında suçluluk duygusu oluşmaktadır. Klein depresif kişilerin çocuklukta iyi içsel nesneler oluşturamayıp, bu depresif dönemi aşamadıklarını kabul etmiştir. Klein'e göre depresif hastalar, kendi hırsları ve yıkıcılıkları nedeniyle sevdikleri içsel objelerini mahvetmekte bunun sonucu olarak da nefret ettikleri kötü içsel objeler tarafından da suçlanmaktadırlar. 
     
       Klein inkar, yüceltme, tümsuçluluk, hor görme gibi manik savunmalar kaybedilen sevgi nesneleri için çekilen hasret nedeniyle üretildiğini ileri sürmüştür. Bu savunmalar, kaybedilen sevgi nesnelerini kurtarmak, kötü içsel nesnelerden kurtulmak ya da sevilen nesnelere karşı aşırı bağlılığı inkar etmek amacıyla kullanabilirler. Diğerlerine karşı duydukları öfke ve yıkıcı duyguları inkar ederler, yaşadıkları duruma uymayan bir öfori hali, diğerlerini yüceleştirme ya da tam tersi diğerlerini küçümseyen hor gören bir tutum sergilerler. Manik savunmaların bir amacı da ana-babaya karşı zafer kazandığını ispatlamak ve ana-baba ve çocuk ilişkisini tersine çevirmektir. Bu zaferi istemek ise depresyona ve suçluluk duygusuna neden olur. Klein bir başarıdan sonra gelen depresyondan da bu mekanizmanın sorumlu olabileceğini ileri sürmüştür. Bu durumda anksiyetenin ve depresyonun yerine, manide görülen inkar hali gözlenir. Bir tür ideal durumun kaybı, bazı hastalar için başarıdır. Bu kaybın neden olduğu acı, depresyonla sonlanabilir.
     
       Bibring, 1953 yılında depresyon teorisini geliştirmiştir ve teorisinde id yerine ego üzerinde durmuştur. Depresyon acıya karşı bir tepki olup, gerçek ya da hayali bir çaresizliktir  (Kalafat, 1996: 8). Bibring(1953)'e göre her bireyin gerçekleştirmek istediği  ve gerçekleştirmeye çalıştığı beklentileri vardır. Depresyon da bu beklentilerin oluşmaması ve sekteye uğramasından ötürü kişinin kendini güçsüz ve çaresiz hissetmesi durumudur. Bibring bu beklentileri üç gruba ayırmıştır: 
1) Sevilen, istenen ve değerli birey olmak; değersiz olmamak
2) Güvenli, üstün ve güçlü olmak; güvensiz ve güçsüz olmamak
3) Seven ve iyi olmak; yıkıcı ve saldırgan olmamak
       Bu beklentiler kesintiye uğradığı taktirde kişinin benliği güçsüz kalır ve kendisine olan saygısı azalır. Kendini çaresiz hissetmeye başlar ve bunun sonucu olarak da kişide depresyon meydana gelir.
     
       Fenichel (1968), depresyonun bir sevgi tutsağı olduğunu ileri sürmüştür ve depresyonu bu şekilde tanımlamıştır.  Fenichel, depresif kişinin erken çocuklukta narsisistik bir yara aldığını, çocuklukta nesne kaybı yaşantısının kendine yöneltilen etkisi olduğunu öne sürmüştür. 
     
       Rado (1968), Freud ve Abraham'ın teorilerini geliştirmiştir. Rado, depresyonun bir sevgi çağrısı olduğunu düşünmüştür. Depresif kişi kendine güveni yoktur ve sürekli beğenilme ihtiyacı içerisindedir. Sevgi nesnesinin kaybedilmesi durumunda depresyonda olan kişinin tepkisi isyan dolu kızgınlıktır. Depresif kişi bu nesnenin kaybından dolayı kendisini suçlar fakat bunun ardından da egosunda, kaybedilen nesnenin kötü yönlerini bulmaya ve suçlamaya başlar. 
     
       Edith Jacobson, Freud'un formülasyonunu yeniden düzenleyip, melankolik hastaların, içe aldıkları o nesnelerin bütün özelliklerini almamalarına rağmen, sevgi nesnelerini kaybetmiş ve değersizlermiş gibi davrandıklarını ileri sürmüştür. Bunun sonucu olarak benlik kendini kötü nesne olarak görür ve sonuç olarak, kötü iç nesne veya kaybedilen dış sevgi nesnesi sadistik süperego'ya dönüştürülür. Daha sonra ego; güçlü ve acımasız annesinin eziyet ettiği, güçsüz, çaresiz bir çocuk gibi süperegoya yenik düşer.
 
       Edith Jacobson, olağan gelişim gösteren tüm bebeklerin, ebeveynin sınırsız sevgisine ulaşamayacaklarını fark etmeleriyle hayal kırıklığı yaşarlar ve bununla birlikte bir gerçeklik duygusu elde ettiklerini belirtmiştir. Birey bebeklikte aşırı sevgi yoksunluğu çektiyse bebekteki yoğun öfke ve bununla birlikte yoğun suçluluk duygusu katı bir vicdan gelişimine neden olmaktadır. Bununla birlikte tatminkar sevgiye ulaşmayı imkansızlaştırmaktadır. Gelişim sürecinde oluşan bu narsisistik yaralanma depresiflerin, yoğun ve kalıcı bir şekilde kendilerinin hiç sevilmediklerini hissetmelerine neden olmaktadır. Jacobson depresiflerin temel probleminin benlik değerinin kaybı olduğunu öne sürmüştür.
       Kohut'un kendilik psikolojisine göre kendilik, ciddi anlamda hasar aldığı zaman veya yaralandığı zaman yoğunlaşarak güçleneceğini ve çocuk depresyondan kurtulmak için zaten varolmayan kendilik objelerinden önce yoğun deneyimlerinin olduğu oral, anal ve fallik duyumlara yöneleceğini ileri sürmüştür.
 
Sayfa 1 / 3
1